Hasan Kılıç: ‘Borç ve güvenlik rızayı (yeniden) üreten iktidar aygıtlarına dönüşüyor’

“`html

DUVAR – Hasan Hocam, davetimi kabul ettiğiniz için size içtenlikle teşekkür ederim. 2023 yılı içerisinde Hacettepe Üniversitesi’nde savunduğunuz Devlet ve Borçla Yönetmek başlıklı doktora tezinizi Ayrıntı Yayınları yayımladı. Öncelikle yaşananların üzerine konuşalım. Neden bu konuyu tercih ettiniz ve tezinizi kitap haline getirme kararı nasıl oluştu?

Türkiye’nin son 20 yılı üzerine yapılan akademik incelemelerin çoğu, uzun bir süre AKP hükümetlerinin politikalarını merkeze alıyor. Tezimi belirlerken yaptığım araştırmada iki ana noktayı fark ettim. Birinci olarak, AKP döneminin genellikle ideolojiler, kültürel dinamikler ve siyasi aktörler üzerinden ele alındığını gördüm. İkincisi, Türkiye akademisinin bu dönemi analiz ederken dünya üzerindeki gelişmeleri göz ardı eden bir yaklaşım sergilediğini belirledim. Bu çalışmalar, Türkiye’nin sosyo-politik değişimlerini adeta bir “fanus” içerisinde değerlendiriyorlar.

Devlet ve Borçla Yönetmek, Hasan Kılıç, 272 sayfa, Ayrıntı Yayınları, 2024

Bu iki noktadan yola çıkarak, 2002-2020 yılları arasında Türkiye’deki durumu dünya ölçeğinde değerlendirmeye çabaladım. Aynı zamanda, bu dönemde vatandaşların nasıl bir rıza gösterdiğine dair daha somut ve olgusal bir analiz gerçekleştirmek istedim. Bu süreçte var olan ilişkilerin oluşumunda finansal araçlar ve güvenlik stratejileri önemli bir rol oynuyor. Dolayısıyla finansal borçlanma stratejileri ile güvenlik politikaları birbirleriyle bağlantılı bir şekilde gelişiyor.

AKP, yakın zamanda bir düzenleme yapma arzusu içindeydi, ancak sonrasında geri adım attı. İlgili düzenleme, 100,000 TL üzeri kredi kartı limitine sahip olanlardan Savunma Sanayi Fonu’na aktarılan 750 TL vergi alınmasını içeriyordu. Yani, bir borçlanma aracı üzerinden güvenlik kurumlarına kaynak aktarımı öneriliyordu. Hükümet temsilcileri bu paranın “Çelik Kubbe” projelerine harcanacağını belirtiyordu. Buradan da, borç ve güvenlik arasındaki ilişkinin sürekli yeniden inşa edildiği anlaşılıyor. Güvenlik kaygısı, borçlu bireylerden rıza oluşturulmasını sağlıyor.

Kredi kartlarının borçlandırıcı niteliği malum. Borç (var olmayan mali kaynak) üzerinden vergi alma süreci, burada güvenlik kaygısını artırarak halkın borçlanma aracından vergi ödemesini zorunlu kılıyor. Sonuç olarak güvenlik söylemi ile borçlanma pratikleri bir arada karşımıza çıkıyor. Yani borçlanan birey, iktidara daha fazla tabiiyet geliştirirken güvenlik endişesi, otoritenin meşruiyetini artırıyor. Bu bağlamda, borç ve güvenlik, rızayı (yeniden) üreten iktidar aygıtları haline dönüşüyor. 2000’li yıllarda Türkiye’de güvenlikleştirme ve borçlandırma politikalarının, benzer bir şekilde uluslararası gelişmelerle de örtüşen dinamikleri mevcuttur. Bu iki egemen strateji, yeni özneliklerin doğmasına ve rıza ile tabiiyet biçimlerinin oluşmasına yol açıyor.

Dispositif terimini sıkça kullandığınızı duydum; bu terim ile tam olarak neyi kastettiğinizi açıklayabilir misiniz? Şaka yollu bir biçimde sormak gerekirse, Deleuze ile bir bağ var mı?

Dispositif terimi Türkçede “aygıt, düzen ya da şebeke” olarak tanımlanmaktadır. Michel Foucault’un kavramsal çerçevesinden yola çıkarak, bu terim iktidarın üretilmesine dair ilişkilerin kapsamını işaret ediyor. Günlük yaşamda iktidar üreten stratejilerin dinamik ve ilişkisel yönünü ifade ediyor. Bu açıdan, 2000’li yıllarda Türkiye’de iktidarın güvenlik ve borç gibi unsurlar aracılığıyla nasıl oluştuğunu anlamakta dispositif kavramı önemli bir anahtar sunuyor.

Elbette Michel Foucault ve Deleuze’le olan ilişkisi de vardır. Her iki düşünürün iktidarı ele alış biçimleri ve boyutları, politik ekonomi tarihine yeni bir yorum getirerek gerçekliğe daha yakın çıkarsamalar yapmamıza olanak sağlıyor.

‘DEVLET ARTIK HER BİR KOLU İKTİDAR ÜRETEN BİR AHTAPOTTUR’

Bir iddianızda “Hukuk devletinin krizinden güvenlik devleti doğmuştur” diyorsunuz. Aynı zamanda, güvenlik devletinin 21. yüzyılın başlarında hukuk devletinin yerini almaya başladığını ifade ediyorsunuz. Ayrıca, Ernst Fraenkel’ın “İkili Devlet” kavramını da benimsiyorsunuz. Ancak, devletin ikili karakterinin bir yönüyle özsel olduğu söylenemez mi? Devlet aslında hukuksal yapının arkasında sürekli çalışan kural tanımaz bir zor aygıtı değil midir? Osmanlı-Türk devlet geleneği ile ilgili tartışmaları düşünmek faydalı olabilir. Örneğin, Şerif Mardin ve Çağlar Keyder, Bizans’tan bu yana süregelen bir devlet anlayışını işaret ediyorlar. Bu tür yaklaşımlar, bir yönüyle tarih dışı kalıyor. Ancak, devletin tarihsel olmayan, geçmişten günümüze süregelen bir özelliği olduğu da göz ardı edilemez. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Eğer mevzuyu daha ilişkili bir biçimde ele alacak olursak, hukuk devletinden güvenlik devletine geçiş, tedbir devletini genişletirken normatif devletin alanını daraltmaktadır. Güvenlik devleti ile birlikte hiçbir şey ve kimse, her an ve her yerde bir güvenlik “nesnesi” haline gelebiliyor. Güvenlikleştirme mantığı, belirsiz kavramsal ve idari düzenlemelerle toplumda yaygınlaşıyor, bu da potansiyel şüpheli ve suçlu sayısını oldukça artırıyor. Dolayısıyla 2000’li yıllarda güvenlik devletinin inşası ve kurumsallaşması çerçevesinde sürekli bir baskı ve değişimden ziyade, genişleşen, çoğalan ve sıvılaşan bir dinamikten söz etmek gerekiyor.

Bu açıdan devlet her zaman otoriter bir yönelime sahiptir. Bu yönelimin en önemli unsurlarından biri durumu yaratmaktadır. İşleyiş dinamiklerinden biri hukuksal çatının arkasında gizlenmektir. Bu, Carl Schmitt’in egemenin olağanüstü hâl kararını veren kişi olduğu düşüncesi üzerinden tartışılır. Ancak unutmamak gerekir ki Carl Schmitt “egemen” kavramı üzerinden tartışma yürütür. Tarihte devlete sürekli sabit bir anlam atfetmediğini bilmekteyiz. Carl Schmitt, “Somut ve Çağa Bağlı Bir Kavram Olarak Devlet” makalesinde “devletin tüm halklar ve zamanlar için geçerli bir kavram olmadığını, belirli bir tarihle sınırlı ve somut bir kavram olduğunu” ifade eder. Böylece, devlet-toplum ve anayasa-yasa ilişkileri değişebilirken bu durum, yeni bir çağın müjdecisi olabiliyor.

Kitabımın sonunda belirttiğim gibi, egemen artık belki de Deleuze’un ifade ettiği gibi ne bir midye, ne de yılandır. Artık bir ahtapot gibidir. Her bir kolu toplumla olan ilişkilerde iktidar üreten dispositiflerdir. Her bir dispositif, global eğilimlere ve iç-dış siyasal mücadelelere göre evrilebilir veya yeniden düzenlenebilir. Devlet, bir egemenlik dispositifidir. Devleti tarihte dondurup, ona değişmez bir doğa atfetmek, aşkın ve metafizik bir yaklaşımın sonucudur. Somut ve nesnel değerlendirmeler ile kavramlara doğru anlamlar yüklemek gerekir. Bu doğrultuda, kitabım boyunca hukuk devletinden güvenlik devletine geçişin yanı sıra güvenlik devletinin kurumsallaşma sürecini, devletin değişim dinamikleri ve siyasal-ekonomik-toplumsal mücadeleler çerçevesinde ele almayı amaçladım.

‘İNSAN İNSANIN KURDU DEĞİLDİR’

Güvenlik konusuna ilişkin tartışmalar aynı zamanda felsefi antropolojinin de konusudur. Sizin de çalışmanızda belirttiğiniz üzere, “Güvenlik, insan topluluklarının tarih boyunca temel bir ihtiyaçtır” diyerek antropolojik bir tespit yapıyorsunuz. Bu bağlamda Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur (homo homini lupus)” metaforundan başlayarak, devleti yücelten negatif ve özcü antropolojiden, Locke’un mülkiyete dayalı hukuk anlayışının bir arada yaşamayı sağladığı daha iyimser ve liberal bir perspektife kadar çeşitli felsefi yaklaşımlar mevcuttur. Peki, güvenlik meselesine dair siz, antropolojik bir açıdan ne düşünüyorsunuz? Eğer böyle bir bakış açınız varsa, insan doğası ve güvenlik ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güvenlik arzusu, insan topluluklarıyla özdeşleşmiştir. Zarar görmeme ve hayatta kalma gereksinimi her zaman var olmuştur ve olmaya devam edecektir. Ancak benim odaklandığım nokta güvenlik olgusunun iktidar ile nasıl etkileşimde bulunduğuydu. İnsanların davranışları, duyguları ve yaşam tarzları üzerine etkisi bulunan bu güvenlik isteği, modern egemenlik stratejileriyle nasıl bir iktidar oluşturduğuna yöneldim. “İnsan insanın kurdudur” görüşü, bu stratejilerin temelini oluşturmakta ve güvenlik ortamdaki iktidarı ikame eden bir anlayışa işaret etmektedir. Bu bağlamda, güvenlik kaygısı, insanları egemen otoriteye biat etmeye itebilir ve hak ile özgürlüklerinden feragat ettirebilir. Bu kaygının artışı, toplumda tabiiyet oluşturan “zorunlu bir yol” değil, aynı zamanda gönüllü bir kabule de dönüşebilir. Güvenlik arzusunun, bireyler üzerinde kimliğe ve cemaate bağlılık geliştirebildiğini gözlemledim.

Güvenlik üzerinden insanın doğası ve özelliği hakkında kesin bir yargı belirtmek mümkün olmayabilir, ancak yanlış olanı dile getirebilirim. Eğer Hobbes’a atıfta bulunacak olursak, “insan insanın kurdu” değildir. İnsanların güvenlik ihtiyaçlarının ve bu kaygının iktidar üretme kavramı arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Bu mesafeyi gözeten bir anlayış, insanların demokratik, özgürlükçü ve eşit bir yaşam sürmesini sağlama amacı gütmektedir.

‘MARX’IN Düşünceleri KİTABA Sürekli EŞLİK EDİYOR’

Sermaye, borç ve devlet gibi üç temel olguyu inceliyorsunuz ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaşıyorsunuz. Evet, borç, çalışmalarınızda güvenlik devleti için bir rıza üretme aracı olarak görülüyor. Ancak güvenlik devletini borç ile ilişkilendirirken, ekonomik indirgemeciliğe düşmeme riski bulunmuyor mu? Bu noktada, Marksizm ile olan bakış açınızın ne kadar etkili olduğunu merak ediyorum?

Güvenlik devleti salt borçlandırma üzerinden ilerlemiyor. Güvenlikleştirme ve borçlandırma siyasetleri birbirini destekler nitelikte. Hayatımız için borçlanmak zorundayız. Güvenlik, yaşamsal alanlarımızın merkezine yerleşirken, borç da bunun bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, güvenlik hizmetlerine sahip olmasına rağmen gelir-gider dengesi tutmayan bir bireyi göz önüne alalım. Aslında güvenlik sağlama yükümlülüğü devlete ait olsa da, bu birey borçlanmak durumunda kalıyor. Bu nedenle güvenlik ve borç ilişkisi, yaşamın vazgeçilmez bir bileşeni haline geliyor. Dolayısıyla, politik-ve ekonomik mekanizma işlese de, birbirine indirgeme durumu yok.

Marx’ın görüşleri, sermaye üretimindeki sınıfsal ilişkilerin etkisi yönünden kitap boyunca sürekli yanımda oldu. Örneğin, Marx yüzyıllar önce devlet borçlarına dair şunu belirtiyor: “…kapitalist bir ulusun kolektif olarak sahip olabileceği ya da paylaşabileceği tek şey.” Daha sonra, borç mirasının kamu borçlarına yayılması da ele alınıyor. Ayrıca güvenliğin sivil toplumun en kıymetli unsuru haline gelişinden de bahsediliyor. Bu noktada devlet ve borç arasındaki ilişki, sınıfsal dinamikleri ve sınıf içindeki düşünce, davranış ve duyguları belirleyecek bir alana yerleşiyor.

‘BORÇ, SINIFSAL KOMPOZİSYONU HEM TAHKİM EDEN HEM DE SINIF İÇİ İLİŞKİLERİ ETKİLEYEN BİR EGEMEN STRATEJİDİR’

Borçlular bir sınıf mıdır? Yani borçluların sınıfsal karakterini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Borçlular kesinlikle bir sınıf değildir. Borç, sınıfsal yapıyı terketmeden hem pekiştiren hem de sınıf içindeki ilişkileri etkileyen bir egemen stratejidir.

21. yüzyılda hem dünyada hem de Türkiye’de finansal ve borçlandırma politikalarıyla birlikte borçlular “homo economicus”un bir uzantısı olarak “homo-debitor (Borçlandırılmış İnsan)” kavramı çerçevesinde anlaşılır hale gelebilir. Lazzarato, “borçlandırılmış insan doğumundan ölümüne kadar, sürekli bir alacaklı-borçlu ilişkisi içerisinde kalmaktadır” ifadesiyle borç dispositifinin, yönettiği bireyleri saran bir yapıya büründüğünü belirtiyor. Bu durum, borçlu bireylerin durumu ile tutum ve hak taleplerine daha uzak düşmesine yol açar. Dolayısıyla, borçluların bir sınıfsal niteliği bulunmasına rağmen, bu durumun dinamik yönleri öne çıkmaktadır; çünkü bu yapısal karakter, yanlış bir anlam yüklenerek sınıfsal kompozisyonu etkileyen bir strateji oluşturur.

Son olarak, tez ve kitabınıza şu epigrafı eklemişsiniz: “Unutma mücadelesini kaybeden ve Ben ile bedeninin yarılmasını hatırlatan ‘Annem’e…” Bu ithafı biraz açabilir misiniz?

Doktoraya başladığım dönemde anneme demans teşhisi kondu. Doktora sürecim sona erdiğinde, annem giderek daha fazla kişiyi ve geçmişi unutmaya başladı. Bu durumda, geçmişe ait benliği ile bedeni arasında ciddi bir bölünme meydana geldi. Unutma kavramı ile mücadelesini kaybetmişti. Doktora ve kitap süreci, yoğun emek gerektiren süreçlerdi. Bu süre zarfında annemin sağlık durumunun kötüleşmesi, beni derinden etkiledi. Bu nedenle, hem tezde hem de kitapta bu hatırlatmayı anneme yaptım.

“`

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir